16 Kasım 2013 Cumartesi

DUANIN KABUL ŞARTLARI




İsm-i A'zam ve

Duanın Kabul Şartları


ان كلمة الله هو الاسم الاعظم فان سأل سائل وقال أن من شرط الاسم الاعظم انه إن دعي الله به أجاب وان سئل به أعطى فنحن ندعو به ونسأل ولم نر الاجابه في أكثر الاوقات قلنا ان للدعاء آدابا وشرائط لا يستجاب الدعاء الا بها كما ان للصلاة كذلك فاول شرائطه اصلاح الباطن باللقمة الحلال وقد قيل " الدعاء مفتاح السماء واسنانه لقمة الحلال " وآخر شرائطه الاخلاص وحضور القلب كما قال الله تعالى } فادعوا الله مخلصين له الدين } فان حركة الانسان باللسان وصياحه من غير حضور القلب ولولة الواقف على الباب وصوت الحارث على السطح اما اذا كان حاضرا فالقلب الحاضر فى الحضرة شفيع له.
.
Muhtâr olan görüşe göre, الله "Allah" ism-i şerîfi, İsm-i Â'zam-dır. Eğer biri:
-"İsm-i â’zamın şartlarından biri, kendisiyle Allah'a dua edildiği zaman, duası kabul olunur. Kendisiyle bir şey istendiğinde hemen verilir. Halbuki biz, kendisiyle dua ediyor ve istiyoruz, çoğu zaman dualarımızın kabul olunduğunu görmedik;" diye sorsa,        Cevâben deriz ki:
-"Dua'nın elbette edebleri ve şartları vardır. Onlar olmadan dua kabul edilmez.. Namazda olduğu gibi... Namazın şartları yerine getirilmediği zaman, namaz kabul olunmadığı gibi, duanın şartları yerine getirilmediği zaman dua da kabul olunmaz.
Duanın ilk şartı, helâl lokma ile mideyi ıslah etmektir. Şöyle denildi: 
 اَلدُّعَاءُ مِفْتَاحُ السَّمَاءِ وَ أَسْنَانُهُ لُقْمَةُ الْحَلاَلِِ 
 "Dua semâ'nın anahtarıdır, o anahtarın dişleri ise helâl lokmadır."
Duanın şartlarının sonuncusu ise, ihlâs ve huzuru kalb'dir. Cenâb-ı  Allah, şöyle buyurdukları gibi;
 فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ  " O halde siz, dini Allah için hâlis kılarak hep O’na dua edin, isterse kâfirler hoşlanmasınlar! 40/14" [1]
Gerçekten, insanın hareketi diliyledir. Huzuru kalb olmadan, diliyle ifade etmesi, kapı önündeki bir kişinin manasız sesler çıkartması veya bekçinin dam üstünde gürültü-patırtı koparması gibidir. Amma duada kalb hazır olduğu zaman, o kalb ilahi huzurda kendisine şefaatçi olur. Duası kabul edilir.


[1] El-Mü'min: 40/14

قال الشيخ مؤيد الدين الجندى قدس سره ان للاسم الاعظم الذى اشتهر ذكره وطاب خبره ووجب طيه وحرم نشره من عالم الحقائق والمعانى حقيقة ومعنى ومن عالم الصور والالفاظ صورة ولفظا اما حقيقته فهى احدية جمع جميع الحقائق الجمعية الكمالية كلها واما معناه فهو الانسان الكامل فى كل عصر وهو قطب الاقطاب حامل الامانة الالهية خليفة الله واما صورته فهى صورة كامل ذلك العصر وعلمه كان محرما على سائر الامم لما لم تكن الحقيقة الانسانيه ظهرت بعد في أكمل صورته بل كانت في ظهورها بحسب قابلية كامل ذلك العصر فحسب فلما وجد معنى الاسم الاعظم وصورته بوجود الرسول صلى الله عليه وسلم اباح الله العلم به كرامة له

Kutbu'l-Aktâb ve ...


Şeyh Mueyyiddin El-Cendî (k.s.)[1],  "Zikri meşhur, haberi güzel, saygı gösterilmesi vacip ve neşredilmesi (herkese öğretilmesi) yasak olan ism-i âzamın, hakikat ve manâ âleminde hakikati ve mânâsı vardır. Âlem-i sûri ve lafızda sûret ve lafzı var-dır. Amma, İsm-i A'zamın hakikati, ehadiyyettir. Bütün kemâlleri ve hakikati kendisinde toplamasıdır. Amma mânâsı ise, her asırda var olan kâmil insandır. O kâmil insan, ilâhî emâneti, hilâfetüllahı yüklenen kutbu'l-aktâb'dır. Amma ism-i azamın sûreti ise, bu asrın kâmilinin sûretidir. O'nun diğer ümmetlere öğretilmesi haramdır. İnsanlığın hakikati, sonra onun sûretinde kâmil olarak zâhir olamadı. Belki bu asrın mürşid-i kâmilinin kabiliyetince insanlığın kemâli zâhir oldu. İsm-i A'zamın mânâsı ve sûreti, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerinin varlığıyla vücûd buldu. Cenâb-ı Allah, Efendimiz (s.a.v.) Hazretlerine kerâmeten, ismi azamın öğretilmesini mubâh kıldı.


[1] Şeyh Mueyyiddin El-Cendî (k.s.)  Asıl adı, Ebû Abdullah Müeyyiddin b. Mahmud El-Cendî’dir. Türkistânın Cend şehrinde doğdu.  Doğum tarihi tam olarak bilinmiyor.  İyi bir tahsil gördü. Gördüğü tahsil onun manevî ihtiyâcını gidermediği için; ilk zamanlar büyük bir boşluk içindeydi. Bir gün gittiği camide hafız şu âyeti kerimeyi okuyordu:
       قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
     “Eğer de: “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, kadınlarınız, hısımınız, kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler, size Allah ve Rasulü’nden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili ise artık, Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fâsıklar gürûhunu hidâyete erdirmez.”  (Tevbe sûresi ayet 24) Bu âyeti kerimeleri, işiten El-Cendî tevbe etti. Mâsivâyı terketti. Tasavvufa yönelmesine karşı çıkan ve aynı zamanda hocası olan babasına, annesinden kalan mirası fakirlere tasadduk etti. Hacca gitmek için yola çıktı. Muhyiddin-i Arabî hazretlerinin halifelerinden Sadreddin Konevî  hazretleriyle tanıştı. Ona talebe ve mürid oldu. Kısa zamanda ilerledi. Sadreddin Konevî’nin isteği üzerine “Fusûsü’l-Hikem”i dünya tarihinde ilk defa şerhetti. Şeyhin vefatı üzerine Bağdad’a gitti. Orada irşad makamına oturdu. Daha sonra Sinop’a gelip yerleşti. Hanımının ricası üzerine Sinap’ta “Nefhatü’r-Ruh” isimli eserini yazdı. Takvâ ve gönül eri olan Şeyh  El-Cendî 691 (M. 1291) yılında vefat etti. 

. قال الشيخ القيصرى اعلم ان الرحمة صفة من الصفات الآلهية وهى حقيقة واحدة لكنها تنقسم بالذاتية والصفاتية اى تقتضيها اسماء الذات واسماء الصفات وكل منهما عامة وخاصة فصارت اربعا ويتفرع منها الى ان يصير المجموع مائة رحمة

Şeyh Kayseri Hazretleri, buyurdular.
-"Bil ki, rahmet, ilâhî sıfatlardan bir sıfattır. Rahmet hakikatte birdir. Lâkin  rahmet, zatî ve sıfatî kısımlarına bölünür. Yâni esmâ-i zât ve esmâ-i sıfat olur. Bunlardan her biri umûmi ve hususî olur. Bu şekilde (rahmet, zâtî hâss, zâtî âm; sıfatî hâss ve sıfatî âm olmak üzere) dört oldu. Bu şekilde bunların bölünmesinden toplam yüz rahmet olur. Efendimiz (s.a.v.) Hazretleri:
جَعَلَ اللَّهُ الرَّحْمَةَ مِائَةَ جُزْءٍ فَأَمْسَكَ عِنْدَهُ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ جُزْءًا وَأَنْزَلَ فِي الأَرْضِ جُزْءًا وَاحِدًا فَمِنْ ذَلِكَ الْجُزْءِ يَتَرَاحَمُ الْخَلْقُ حَتَّى تَرْفَعَ الْفَرَسُ حَافِرَهَا عَنْ وَلَدِهَا خَشْيَةَ أَنْ تُصِيبَهُ
“Allâh, rahmetini yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuz parçasını kendi katında tutdu, bir parçasını da yeryüzüne indirdi. Bu bir parça rahmetden hissedâr olması sebebiyle, mahlûkat birbirle-rine acır. Hatta at, yavrusuna dokunmasından korktuğu için (onu emzirirken) ayağının bir tırnağını yukarıya kaldırır.”[1] Hadis-i şerîfleriyle buna işâret ettiler.
Rahmet her ikisi de zâtî olmak üzere iki kısımdır.
1-Zâtî ve umûmî olan rahmet,
2-Zâtî ve husûsî olan rahmet.


[1] Riyaz’us-Salihin Hadis no: 319

Ruhul Beyan c. 1,



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder